Üçkağıtçıyız Hepimiz. Dan Ariely Anlatsın Size.
Evet, doğruyu söylemek gerekirse Dan Ariely’e bayılıyorum,
ve kitaplarını okudukça okuyasım geliyor!
The (Honest) Truth About
Dishonesty, benim favori kitabım oldu (ve tabii ki başucu kitabım ;))
İçeride neler var?
Özetle, Dan Ariely diyor ki: “Bir yandan kendimizi dürüst,
mükemmel insanlar olarak görürüz ve aynaya baktığımızda kendimizi iyi hissetmek
isteriz. Diğer taraftan da “aldatmak”tan
faydalanmak isteriz ve alabildiğimiz kadar para almak isteriz. Haliyle bu iki
motivasyon çakışır durumdadır. Peki nasıl hem üçkağıtçılık yapmaya hem de
kendimizi harika insanlar olarak
görmeye devam edebiliyoruz? İşte bu noktada o harika bilişsel esnekliğimiz
(cognitive flexibility) ön plana çıkıyor: Kandırma eylemini ‘birazcık’
seviyesinde tutarak! Ve bu teorisine fudge factor theory adını veriyor.
Dan Ariely, kitabın tüm bölümlerinde değişik kandırma/aldatma biçimlerine
yer vermiş; çıkar çatışmalarını, yorgunken neden “salla gitsin” dediğimizi, “çakma”
ürün kullanmanın bizi nasıl daha “üçkağıtçı” yaptığını, kendimizi nasıl kandırdığımızı,
insanların yine de yeteri kadar kandırmadıklarını, ve daha pek çok “kandırma” bağlantılı konuyu ele almış.
İlginç bir şekilde çıkan sonuç şu ki, işin ucunda
kazanacağımız para ya da yakalanma riski bizi aldatmaya iten ya da aldatmaktan
alıkoyan esas faktörler… DEĞİL! Bizi
kandırmaya/aldatmaya iten ya da bundan alıkoyan esas faktörler ahlaki
hatırlatıcılar, nakit paradan uzaklık (önceki blog yazımda Dan Ariely’nin bu
teorisinden uzun uzun bahsetmiştim), kendini frenleme, başkalarının dürüst
olmayan yaklaşımları ve daha bir çok şey. Şimdi biraz kopya verelim :)
Rejim dediğin yalan
dolan. En iyisi boşverin.
Kesinlikle kitapta en çok hoşuma giden kısım:
“What the hell effect”
Muhtemelen kendime en yakın hissettiğim konu olduğu içindir. Düşünün bakalım: Bugün
Pazartesi ve siz rejime başladınız. Bütün gün ofiste iş arkadaşlarınız abur
cubur yerken, öğlen hamburgerleri götürürken ve akşama doğru kendilerini
kahve-brownie ile ödüllendirirken siz yarı yutkunur yarı gururlu vaziyette “ben
diyet yapıyorum, yemeyeceğim” diyorsunuz. Çok da güzel yapıyorsunuz. Akşam da
gayet dengeli (yani yarı aç kalacak şekilde) beslendikten sonra gece tam
yatmadan önce soğuk su içmek için buzdolabını açıyorsunuz ve orada bir
çikolatalı kek görüyorsunuz. “Bütün gün hiçbir şey yemedim zaten, bir dilimcik
tadına bakayım bari” diyor ve keke uzanıyorsunuz… Yerken yerken bir an geliyor
ve “amaaaan, ye gitsiiiin”
diyorsunuz. Gözünüzü açtığınızda kek bitmiş! EYVAH! Ne yaptınız?! Evet, tam
olarak “what the hell effect” ile karşı karşıyasınız. Neden mi? Dan Ariely der ki, bütün gün kendinizi frenlemenin yarattığı stres, sizi yememeye alıştırmak
yerine (midem küçüldü diye kendinizi kandırmayın yani) sizde bir şeylerin
acısını çıkarma dürtüsünü en üst seviyeye çekiyor, ve direncinizin en zayıf
olduğu anda sizi ele geçiriveriyor! O yüzden bayanlar ve baylar, bir şeyi yaparken kendinizi
engelleniyormuş gibi hissediyorsanız dikkat edin, çünkü o esnek bilişselliğiniz
olmadık yerde sizi “hadi oğlum/kızım,
hadi göreyim seni” diye gaza getirip başka
şeylerde zıvanadan çıkmanıza -ve tabii ki bunu yaparken kendinizi gayet de
iyi hissetmenize- neden olabilir ;)
Dan Ariely'nin örneğine benzer bir başka örneği sigara içen arkadaşlarınızda
gözlemleyebilirsiniz. Herhangi bir şeyden kafası bozulmuş ve bir sigara yakmış
arkadaşınıza o an: “İçme şu zıkkımı” derseniz kuvvetle muhtemel alacağınız
yanıt şu olacaktır: “Amaan dur be sen de, zaten
canım sıkkın.” Dikkat edin, anahtar kelimeler: zaten/sıkkın.
Kendimizi
kandırıyoruz… Hemen hemen her zaman.
Bir düşünün: Bir yerde bir test, ya da bir soruyla
karşılaştınız. Cevabı size sonradan söylendiğinde şu hissi yaşadınız mı? Ben bunu zaten biliyordum. Aklıma gelen
en güzel örnek Kim Milyoner Olmak İster yarışmasında cevabın açıklandığı an, ya
da ÖSS’ye hazırlanırken cevap anahtarında doğru şıkkı gördükten sonra
yaşadığımız his: Ben de bunu düşünmüştüm!
Dan Ariely kitapta şundan şikayet ediyor: Verdiği seminerlerde bilimsel
araştırmalarının sonucu paylaştığında seminer katılımcılarının yeteri kadar
heyecanlanmadıklarını farketmiş, sonradan anlamış ki herkeste “Eee, bu zaten
çok belli bir şey” bakış açısı var. Bunun üzerine araştırma sonuçlarını
açıklamadan önce katılımcıların önce kendi fikirlerini paylaşmalarını şart
koşmuş, gerçek sonuçları açıklamayı da sona saklamış :) Böylece “ben bunu bildiydimdi
zati”cilere bir bakıma hanyayı konyayı göstermiş :) Açıkçası aynı şeyi ben de yaşadım, kitaptaki araştırmaları bir heves arkadaşıma
anlattım anlattım ve karşılığında şu cevabı aldım: “Ne var ki bunda, zaten bildiğimiz şey.” Ama eminim ki ona
insanların esas kandırma motivasyonlarını sorsam “yakalanma korkusu” ve
“paranın miktarı” diyecekti vee tabi ki yanlış cevabı vermiş olacaktı :) Buna da ikna etmek zor
ya, neyse.
Daha çoook yazmak istiyorum ama Dan Ariely'i okumanız lazım, bir
örnek daha verip bırakıyorum, söz:
Birimiz hepimiz,
hepimiz birimiz için! (Aaa, ne ayıp ne ayıp)
Görünüşe bakılırsa, kendimiz kandırıkçı olduğumuz yetmiyormuş
gibi, bir de etrafımızdakileri kandırıkçı yaparsak vicdanen daha rahat insanlar
oluyormuşuz. Dan Ariely böyle söylüyor. Yaptığımızı meşru hale getirmek bu olsa gerek. Buna hemen herkes
kendinden on tane örnek sıralasın hadi. Ben bir tane veriyorum: mesela saat 9’da başlayan mesaiye saat 8:45’te
geldiğimde bazen kahvaltıya iniyorum ve arkadaşlarımla kahvaltı yapıp odaya
saat 9:15’te çıkabiliyorum. Bunu yalnız başımayken asla yapmam (aç kalmayı
tercih ederim), ama yanımda iki arkadaşım olunca neden daha rahat
davranabiliyorum? Alacağım ikaz üçe bölünecek diye mi? Paratoner gibi belayı
kendime çekmeyeceğim, ben yanmışken eller de yanacak diye mi?
Mesela “Binge
drinking” sorunsalı bence bu konuyla doğrudan ve tamamen alakalı bir şey.
Sen içiyorsun, ben içiyorum, sen bir tane daha içiyorsun, e ben de bir tane
daha içiyorum, diğeri de içiyor, sen yine içiyorsun... derken here comes
gençlik dramı. Neden? Çünkü herkes yapıyor.
Beş yaşındaki çocuk mantığı gibi göründüğü doğru, fakat “Ama
o da yapıyor!” mantığı aslında çok güçlü
ve yenilmesi zor bir mental tabu.
Gerçi hepimiz bunu zaten biliyorduk, öyle değil mi?
Son olarak…
Kitabı alın, okuyun. Bir kitabı orijinal dilinde okumak
gibisi yok; o yüzden HarperCollinsPublishers’tan aldığım kitabın tadına doyamadım.
Tavsiye ederim. “Yok uğraşamam” derseniz Optimist’te kitabın Türkçe çevirisi de
mevcut. Bazı ‘chicken translation’lar beni deli etse de, “ben daha iyi çevirirdim ki bunu” deyip kendinizi kandırıp alıp okuyun derim.
Bir süre Dan Ariely anlatmayacağım, söz :) Bu arada kendisini twitter'dan takip etmek isteyenler için: https://twitter.com/danariely